>Öylesine

>

Karlı, yağmurlu, sisli ama aşksız bir sabahtı uyandığım. “Yanımda sarışın, mavi gözlü, adı bilmem ne olan ve ilkokul öğretmenliği yapan karım vardı.” diye söze başlamayı çok isterdim, ancak öyle değildi. Yanım boştu. Kalbim de. Ama kafamın içi boş değildi. Baş ağrım olmasa ondan bile şüphe edebilecek durumdaydım. Dün, hiçbir suçu olmadığı halde amfinin kapısını sanki arasında 50 lik koca karının kafası varmışçasına vurup çıktıktan sonra yalnızlığım ve ben parkta biraz dolaşmış “çisil çisil” yağan yağmurda etrafta olmayan insanlarla konuşmamış ve sonra da evin yolunu tutmuştuk. Yalnızlığımdan başka hiç kimsem yoktu zaten. Hayatım boyunca onun beni terk etmesini beklemiştim ama henüz böyle bir şey olmamıştı. Yalnızlığıyla yalnız birini daha bulmalıydım sanırım, yalnızlıklarımızı evlendirip bizim de baş başa bir akşam yemeği yiyebileceğimiz. Sorunlu bir dönemden geçtiğim şüphe götürmezdi. Bir çok sorunum vardı ve çözümler köprünün nehir tarafından suyun dibine kadar uzanıyordu, ya da boğazımı sıkan bir ilmek bitirebilirdi tüm sıkıntılarımı. Bu işin kolay tarafıydı. Pes etmek demekti ve bu zayıfların işiydi.Peki ben? Ben güçlü müydüm ya da bir güç elde edecek hevesim var mıydı? Hiç zannetmiyordum.

Sinir bozucu bir günün sonunda aç karnımın yakarışlarını dinlemeden gözlerimin ve ağrıyan başımın dediğini tutup kendimi yatağa atmış ve gecenin bir vakti klorlu,ılık bir bardak su için uyanışım dışında ara vermeden sabahı bulmuştum. Bu gün cumartesiydi yani Cuma değildi ya da ondan önceki dört gün de değildi, tatildi. Her sabah ettiği gürültünün aynısıyla zırıldamaya başladı çalar saat, anlaşılan hafta sonu olduğundan ve 8.00 da çalmak zorunda olmadığından haberi yoktu. Keşke olsaydı, o zaman vurduğum yumruğun beni bir saat daha almak zorunda bırakmaktan başka bir anlamı olurdu. Duyulan şıngırtıdan ön camının kırıldığı anlaşılıyordu. Bunu anlayacak kadar uyanmıştım yani. Her sabah olduğundan daha az huzursuzdum o sabah, çünkü hafta sonunun başlangıcıydı. Okula gitmek zorunda olamamak biraz olsun rahatlatıyordu beni…

Öyle çok duygulu bir insan değildim yani bir hüzünlerim vardı, bir de beni hiç bırakmayan iç sıkıntılarım duygu olarak… Sevinçler temelli terk etmişlerdi, belli ki iyi bir ikili olamıyorduk. Halbuki bazı insanlara nasıl yakışıyordu. Benimse ne sevgilimle lunaparkta dondurulmuş mutlu bir anım vardı, ne de topluca gidilen bi gezinin “vay be ne günlerdi” dedirtici buruk bir hatırası olmak isteyen ve mutlu yüzlerle dolu bir dikdörtgen, kaygan kağıt… Umut kelimesi ise kulağıma hiç yabancı gelmiyordu, belli ki daha önceden duymuştum yoksa hayal kelimesiyle anlamdaş mıydı ve de görevdeş. Bi hiçten başka hiçbir şey olmayan bi şey. Zamanında geceler boyu beraber olmuş mutlu anlar yaşamıştık. Bilmiyorum o mutlumuydu beni avutmaktan ama benim pek de huzursuz bi halim yoktu hatırladığım kadarıyla. Üzüntülerimden bile eski tadı alamaz oldum çünkü buna sebep olan şey ne sevgilimden ayrı kalmamdı ne de canımdan bir parçanın soğuk algınlığı geçirmesiydi. Umutsuz ve mutsuz o halime üzülüyordum zaman zaman ama dediğim gibi aynı şey değildi. Bitip yerini sevinçlere bırakan hüzünlerden değildi benimkiler. Geleceğe dair endişelerimse akşam ne yiyeceğime kadar indirgenmişti. Yine küçük evimin küçük mutfağında yumurtaları birbirine çarpıştırabilirdim, ya da makarna biraz keççap da olsa gerek dolapta. Diğer bir ihtimalle her hikayede yerini alan köşedeki çorbacıdan bir tas çorba içebilirdim. Ve heyecanlarım… Kalbim artık ritmini değiştirmeye hiç zahmet etmiyordu, bir korku filmi seyrederken ya da elimde mısır cipsi pencereden Ankara’ nın sisli havasını seyrederken aynı tepkiyi veriyordu. O et parçası hiç sıkı sıkıya dövmüyordu kaburgalarımı ve bahşettiği kanla utangaçlığımı yüzüme yansıtmıyordu hiç. Dedim ya: Öyle çok duygulu bir insan değildim. Bir hüzünlerim vardı duygu olarak bir de beni hiç bırakmayan iç sıkıntılarım…

Üzerimden yorganı atıp yerin soğukluğunu hissettirdim ayaklarıma. İlk başta biraz yerlerini yadırgadılarsa da sonra alıştılar. Dirseklerim diz kapaklarımda ve ellerim yüzümde ne yesem diye düşünürken ayaklarım karar vermemi beklemedi ve banyoya doğru harekete geçti, hiçbir şeyi canımın istemediğinin farkına vardığımdaysa yüzümü kurulamakla meşguldüm. Aynada beliren siluet ben olamazdım, ne kadar da yaşlanmışım. Saçlarım eskisi gibi canlı değiller ve inatla dökülmüyorlar da. Güzel bir görünüm için ihtiyacım olur size ve beklemeyin boşuna gelmeyecek o gün. Ağarıp karizmatik gir görüntü de bırakmayın miras, kullanamam. O yeşil gözler bir yaprak gibi solmuştu, ruhumun yaprak dökme mevsimine eşlik ediyor olmalılar. Yüzümdeki çizgiler kalbimdekilerden daha derin değildi ama ortaya çıkış sebepleri aynıydı. Ellerimle saçlarımı geriye doğru ittim. Düzelsin diye değil kafamı ellerimin arasına almama bahane olsun diye. Her zamanki gibi ışığı söndürmeyi unutup banyodan çıktım ve tekrar odama gidip giyinmeye başladım, demek ki daha önceden bi ara karar vermiştim ne giyeceğime. Çok sevdiğim boyuna mavi çizgili beyaz gömleğimi koluma takarken sağ dizimle de kapağın kapanmasını engellemeye çalışıyordum. Yeni bir dolap almalıydım. Ama neden alacaktım ki yarın için planları olanlar, yeni şeyler alırlardı, dolap almamalıydım. Lacivert, kırışık bir kot pantolon çektim düzensizliğin beşiğinden ve bir de çorap taktım ayağımın tekine, diğerini ise kapının yanında bulduğumda nedense hiç şaşırmadım. Artık hazır sayılırdım dışarı çıkmam için şimdi ufak bir teferruat kalmıştı “nereye gideceğim”.

Yalnız yaşamaya alışmış mıydım, yoksa yalnızca yaşadığımı mı zannediyordum, soluk alıp veriyordum ama buna eşlik edecek anlamlı davranışlarım var sayılmazdı. Temel ihtiyaçları hayvanlar da bi şekilde gideriyorlardı benim aklımsa sorun üretmekten başka bir şey üretmeye çalışmıyordu. Bana yol göstermesini beklerdim eskiden. Bıraktım. Yön levhalarına ve rüzgara güvenmeye başladım. Bıraktım bedenimi onların eline, sonum bir türk filmi kadar açık değildi, önceden tahmin edilemiyordu. Sonum nereye varacaktı? Amaaan bu da anlamsız ve bir o kadar da cevapsız sorularımdan biriydi. Bir de cevapları bulabilsem.

Anahtarı çevirip kapıyı kilitledim ve biçimsiz ayaklarıma baktım şöyle. Sürükledim onları merdivenlere doğru. Anahtar…ben onu kapıya takmamıştım ki. Unutkanlık, baş belam benim. Eski merdivenlerdeki karolar yer yer sökülmüştü ve pembe renkleri artık cezbetmiyordu insanları ve ışıl ışıl da yanmıyordu hastanelerde olduğu gibi, merdiven kenarındaki korkuluklar korku veriyordu ve sökülen boyalar damlıyordu eskiden beyaz olan tavandan yaprak yaprak. Apartmanın bakıma ihtiyacı vardı, bananeydi, benim de bakıma ihtiyacım vardı ve iyi bir tamirci için cebimde bir numara da yoktu. Yine kapının camını kırmış veletler, parasını benden de sorarlar mı acaba? Plastik top havada sağ sol yaparak salınıyor ve ona bakarken düşen bir çocuk arkadaşına kızıyordu. Çocuk olmak güzel şeydi, hala da öyle mi acaba. Acaba hala komşunun bahçesinden elma çalacak kadar elma yetişiyor mu ağaçlarda ve sınıftaki kızlara çocukça sarkılabiliyor mu hala. Ya da bir elmanın yarısını bir arkadaşın yemesine izin veriliyor mu. Yoksa mikrop kapmaktan mı korkuluyor. Hiç, bir elmayı paylaşmaktan ölen arkadaşım olmadı benim, ya da sıyrıklardan dolayı hiçbir arkadaşım kanser olmadı, aslında düşünüyorum da benim hiç arkadaşım olmadı ki. Hep anlayamadığım bir anlaşılmazlığım vardı insanlar arasında, bana garip garip bakıyorlardı. Halbuki ben de onlar gibi bir insandım. Onlar gibi gülüyor, onlar gibi şakalaşıyor, onlar gibi topa vuruyor ve hatta onlar gibi küfrediyordum. Hayır, yalan söylüyordum. Hiç de onlar gibi yapmıyordum bunları. İnsanlar farklı farklı yaratılırlardı ve bendeki farklılıklar beni el ele aykırılığa doğru sürüklüyordu. Sanırım bu daha iyi tanımlıyordu beni. Aykırıydım. Ama ne önemi vardı. Neticede ben de onlar gibi bir insandım, önemli olan da bu değil miydi. Annem bunun bana verilmiş bir ayrıcalık olduğu, insanların beni anlamadıkları ve okul birincisi olduğum için beni kıskandıkları saçmalıklarıyla senelerce avutmuştu beni. Hala yaşıyor olsaydı eminim yine aynı şeyi yapardı. Artık avuntulara ihtiyacım olmadığından emindim ama gerçekleri görmek isteyecek kadar da cesur değildim, yalnızdım, ötesi ölümdü. Annem beni bekliyordur sanırım orda, sadece annem. Kalmak için bi sebebim olmadığına göre gidebilirim aslında ama nedense arsızlık ediyordum, kovulana kadar gitmeyecektim sanırım. Sokağın başına gelmiştim, saçma bir ışık vardı burada, sanki gelip geçen çok araba varmış gibi. Bir küfür salladı sürücü, bana olsa gerek, karşıya geçmiştim. Biraz yürüdükten sonra parkta buldum kendimi. Yavaş yavaş yürüyordum. Ağaçlar ne kadar da güzel sıralanmıştı, burası güzel bir parktı. Bankları ahşaptan yapmışlardı, akşamları oturulabiliyordu, çok soğuk olmuyordu. Vakit öğlene yaklaşırken insanlar parkı doldurmaya başlamışlardı. Çocuklar ısrarla çimlerin üzerinden yürüyor, musluğu açık bırakıyor ve kedileri kovalıyorlardı. Ayaklarım ilerliyordu, gözlerim bakıyor ama hiçbir şey görmüyordu. Görmeye değer hiçbir şeyle buluşamamıştım parkta. Birden onu gördüm.

Bankta öylece yalnız başına oturup etrafa bakınıyordu, yalnızdı. Kalbim ritmini anlamlı bir şekilde değiştiriyordu, bu alışık olduğum bir şey değildi. Kıştan kalma bir tohumun yağmur ve suyla sevişmesi, sonrasında da gün yüzüne çıkması gibi bi şeydi bu. Yüzümün kızardığını görebiliyordum. Bir umut belirdi içimde, eskiden kalma güzel bir tat belirdi damağımda. Çok sıkıntılı bir hali vardı. Kendimi buldum duruşunda, bakışında. En az benim kadar çaresiz ama en çok da benim kadar kimsesizdi. Zaten yavaş yavaş yürümekteydim, daha da yavaşlattım adımlarımı. Pembe, girintili çıkıntılı kaldırım taşları ona uzanıyordu. Cennete açılan kapılar gibi. Sanırım bu bir dosttu. Evet, onun için kullanacağım kelime buydu. Dost. Bundan sonra ona hep böyle hitap edecektim. Acaba o da benden hoşlanmış mıydı? Otursam kızar, kaçar mıydı acaba? Yoksa sever miydi beni? Beni dost sayar mıydı? Yanına yaklaştım yavaş yavaş, bana dönüp bakmadı bile. Bankın bir ucuna oturdum. Diğer ucunda o. Çekinmedi benden. Kalkıp kaçmadı da. Mahşer kadar uzaklık vardı aramızda ve ben bu gün kıyamet kopsun istiyordum. Sürükledim kendimi ona doğru. Biraz.

-Merhaba dedim,

Cevap vermedi, sadece gözlerimin içine baktı dönüp, o muhteşem kahverengi gözleriyle. Ne kadar güzeldi. Peki neden yalnızdı? Acaba hiç kimsesi yok muydu, bir arkadaş, anne, baba, kardeş ya da eş? Bencilliğim buna sevinmeme neden oldu. Ne kadar olmuştu bir şeye gönülden sevinmeyeli. Aradığımı bulmuş gibiydim sanki. Bana karşı pek ilgili davranmadı ama kaçmadı da benden. Umursamaz tavrı hem hoşuma gidiyordu hem de endişelendiriyordu beni. Neticede umursamamak da bir umursama sonucuydu. Dakikalarca öylece oturduk, arada bir bana doğru bakıp gülümsüyordu sanki. Her bakış yeni bir umut, yeni bir nefesti benim için. Birden yanıma sokuldu, başını dizlerime koydu. Bir süre öylece yattı ve hayatın sözde yer bulduğu şu küçük dünyasına bakınmaya devam etti. Çözememiştim onu, anlayamıyordum ne yaptığını, yapmak istediğini. Çözmeye çalıştım hayatımın en keyifli bulmacasını, ama bitsin istemiyordum. Küçük sorular.

-Bi şeyler yemek ister misin? Diye sordum.

Hayır dercesine başını salladı. Ama cevabın içeriği değildi önemli olan, hatta evet demiş bile olabilirdi ve ben yanlış hatırlıyor olabilirdim. Ona yardımcı olmayı o kadar çok istiyordum ki, bir derdi vardı, ama neydi, bilmiyordum. Benim de vardı. Birden çok.

-Seninle bizim eve gidelim mi? diye sordum.Bir şeyler yer biraz otururuz. Ben de yalnızım senin gibi. Aslında öğrenciyim. Bu sene bitiriyorum okulu. Annem bir yıl önce öldü. Babamı hiç görmedim. Başka da kimsem yok zaten. İlerde oturuyorum. Pembe otelin karşısındaki iki katlı evde, ikinci katta oturuyorum. İyi oteldir aslında, sahibinin kötü kadınlar falan getirdiğini söylüyorlar ama ben inanmıyorum, sen de inanma. İyi adamdır, yapmaz öyle şey. Ev sahibem dedikodusunu yapar bazen, kirayı almak için uğradığında. Gerçi eskiden uğrardı, şimdi yürüyemez oldu, şeker hastası mıymış neymiş. Ben götürüyorum onun için kirayı. Çok bunaltıcı bir evi var. Kadın şimdiden mezara girmiş gibi. Gözleri ışıktan rahatsız olduğu için bodrumda kalıyor, onun kocası da benim babam gibi savaşta ölmüş, onun üstüne de evlenmemiş, çoluk çocuğu da yok. Ben evimi seviyorum ama, güneş de alıyor. Çiçek bile yetiştirirdi annem eskiden. Sonra hepsi kurudu. Hay Allah, neden anlatıyorum ki bunları sana, kusura bakma gevezeliğim tuttu, her zaman konuşacak bir dost bulamıyor insan. Sen de sıkılıyor olmalısın burda oturmaktan. İstersen gidelim. Televizyonum var, seyrederiz, seversen müzik bile dinleyebiliriz.

Mutlu mutlu gülümsedi, sanırım bu evet demek oluyordu, hiç tanımadığı birine bu kadar samimi davranmasını garipsemek aklıma gelmeyecek kadar bıkmıştım yalnızlıktan. Yürümeye takati yoktu, etraftaki ilginç bakışlara aldırmadan onu kucağıma aldım, pek ağır sayılmazdı. Beni evime götüren yolu ilk kez annemden ayrı yalnız yürümüyordum, mutluydum. O ise başını bağrıma basmıştı, hiç bir şey umrunda değildi. Onu bu kadar mutlu görmek kendi dertlerimden sıyırıp almıştı beni, bir yağmur damlasının yapraktan sıyrılışı gibi. Gözlerini kapadı, tatlı bir uykuya daldı, bir an evvel eve varsaydık keşke, onu kanepeye yatırıp üzerine de bir battaniye örterdim, yaklaşıyorduk. Ne kadar güzeldi “yaklaşıyordum” yerine “yaklaşıyorduk” demek Artık yalnız uyumayacak, yalnız yemek yemeyecek ve yalnız dolaşmayacaktım sokaklarda, bu hayaller süsledi kafatasımın iç duvarlarını, baştan başa. Renkli afişler gibi renk kattı benliğimin siyah beyaz odalarına.. Belli ki kaybolmuş benliğime çıkarılan kayıp ilanını bulmuştu biri yerde, ve bana onu göndermişti, benliğimi geri versin diye. Yürüdük biraz. Işığa gelmiştik iyice kontrol ettim sağımı solumu, gelen giden araba yoktu. İyi ki ışık koymuşlardı buraya, insan rahat rahat karşıya geçebiliyordu. Gökyüzü ne kadar duruydu ve güneş ne kadar da parlaktı. Yıllardır hapsolduğum zindandan bu gün çıkmış gibiydim. Yapamadığım her şeyi yapmak, tadamadığım her duyguyu tatmak istiyordum. Yeniden doğmak bu olsa gerekti, bir kardeşim olsaydı keşke, dostluk nedir öğretseydik birbirimize kardeşçe.

Çocuklar hala o eğri büğrü topla oynuyorlardı, bıkmıyorlardı, bıkmazlardı. Onu görünce hayran hayran bakmaya başladılar, güzelliği herkesi büyülüyordu. Apartman girişini geçip yandaki markete uğradım, dışarda çürümeyi bekleyen meyve ve sebzeler vardı. Elma, portakal, ıspanak yok yok dere otu, kimseyi cezbetmiyordu parlaklıkları. Cebimden zar zor bir onluk çıkardım. O uyanmasın diye elimden geleni yapıyordum. Şşşşt diye bir sesle susturdum market sahibi adamı, yanındaki arkadaşıyla maç konuşuyordu. Yine yenilmişiz galiba. Parayı işaret ettim ve dilimle dişimin arasından onun kulağına gidebilecek kadar kelime çıkarttım. Bir orta boy süt, yarım kilo beyaz peynir ve biraz da salam aldım, neyi sever bilmiyordum gerçi ama aç olduğunu hissedebiliyordum. Merdivenlere yürürken kollarımın yorulduğunu hissettim. Ölüme inat bir dirençti bacaklarımda hissettiğim. Merdivenleri çıkıp apartman kapısından geçtik. Apartmanın bakıma ihtiyacı vardı. Merhaba güzel evim. BİZ geldik. Zar zor kapıyı açmayı da başardım neyse ki onu uyandırmadan, anahtarı kapıdan çıkarıp her hangi bir yere koydum ve elimdekileri de başka bir herhangi bir yere. Yavaş adımlarla salona doğru ilerledim, bir mayın tarlasındaymışcasına. Ayağım yerdeki kağıtlara taklıdı. Evin temizliğe ihtiyacı vardı. Salona girdim, salon dediğim boy aynalarıyla, biblolarla, vazolarla süslü bir yer değildi. Sadece yattığım oda değil, diğeriydi. Kirli pencereler, içinde kurumuş kahve artıklarıyla kirli bardaklar, etrafa saçılmış kuru yemiş artıkları ve bisküvi paketleri. Zar zor ayakta duran bir sehpa ve üzerine televizyonum. Ve kanepem. Yavaşça bıraktım onu, bir battaniye için bakındım etrafa ceketimi aldım sandalyede asılı ve üzerine örttüm. Hala uyuyordu. Ne kadar güzeldi. Öylesine güzel bir andı. Seni bana Allah gönderdi güzel kedicik, biliyorum.

25.09.2005

>Öylesine” için bir yanıt

Yorum bırakın