Koca Bir Kalıp Buz

Koca bir kalıp buzu alnının orta yerine bastırırken, etraftakilerin rahatça duyabileceği kadar yüksek ama sanki kendi kendine söyleniyormuş gibi alçak bir ses tonuyla “Sıçarım böyle işin içine. Bir daha da gelirsem ne olayım!” diye söylendi. Duyanların bir kısmı oralı bile olmadı, bir kısım da olay büyümesin diye gereken tepkiyi vermekten kendini alıkoydu. Rüstem’in şu anki haline yere düşen çocuk gibi muamele ediyorlardı. Ne kadar üstüne varırlarsa o kadar çok söylenip ağlayacağını biliyorlardı. Ekseri böyle bir alışkanlığı vardı. Başına ne dert gelirse (ki başı pek beladan kurtulmazdı) tüm çevrenin seferber olmasını, sormasını, ilgilenmesini, destek olmasını beklerdi. Oysa bu defa düpedüz haksızdı. Müşteriden okkalı bir kafa yemiş, şans eseri burnunu kurtarmıştı. Hoş, kurtaramasa belki bu (Allah günah yazmasın) yaratılış mucizesi (!) burna işini bilir bir marangozun (zira bu iş doktoru aşardı) el atması için bahane olurdu.

Şimdi tezgahın arkasında duran Rüstem’in suratının orta yerindeki bu patlıcanın üç parmak yukarısında bir domates büyüyordu. Eriyen buzların suyu patlıcanı sulayıp geçiyor; bakımsız, soğan saçağı gibi uzanan bıyıklarının arasından akıyor, oradan da söylenip duran dudaklar arasından koca tükürükler gibi etrafa saçılıyordu. Tezgahın önünden geçenler bir tezgahın önüne dökülüp ezilmiş domateslere, bir Rüstem’in suratına bakıyordu. Bu bakışları, görmekten memnun olmadıkları bir tanıdıktan kurtulmak ister gibi kaçamaktı. Bu telkinsiz ortamı görenler alacağı varsa da adımlarını hızlandırıp başka tezgahlara doğru seyrediyordu.

Bir saat kadar böyle sürüp gitti. İşin en janjanlı olacağı zamanda beş kuruş satış yapamayınca “Oğlum Rasim, tezgah sana emanet. Ben bir eczane bulup geleyim.” dedi. Cebindeki bozuklukları 13 yaşındaki ergen gence emanet ederken alçak sesle hangi malı en düşük kaça verebileceğiyle ilgili telkinde bulundu. Kendisi de söylene söylene önlüğünü çıkarıp tezgahın altına alttı ve öteki pazarcıların meraklı bakışları altında tezgahı terk etti.

Tam pazardan çıkacakken Zabıta Erhan’a denk geldi. Laf söylemesin diye bir eliyle gözünü ovuşturarak çıkmak istedi ama kar etmedi. “Ne o Rüstem? Fazla düşünmekten beyin amcıklaması mı geçirdin? Alnındaki ne?” diye seslendi. “Siktir lan?” diye karşılık verdi Rüstem. “Bana ne kızıyorsun oğlum? İşini düzgün yapmazsan böyle olur. Sağ olsun vatandaş kendi işini kendi görüyor. Bize birşey bırakmıyor.” diye üsteledi. Rüstem “Ulan şu pazarda iyileri tezgah önüne koyan bir ben miyim? Beğenmeyen almasın.” diyerek hem Erhan’a hem de etraftakilere karşı kendini aklamak istedi. Ama Erhan’ın dini imanı yoktu.”Yeme bizi Rüstem. Görenler öyle demiyor. Kadına düpedüz asılıyordu diyorlar. Yok efendim yaz portakallarım var, yok efendim tüysüz şeftalim var bilmem daha neler.” “Pes be abi. Ben meyve mi satıyorum. Sebzeciyim ben sebzeci. Şeftali bende ne gezer. Domates satarım ben, hıyar falan… Kime diyorum ki. İşiniz gücünüz dedi kodu.” Erhan lafı koydu: “O değil de adam sana nasıl kodu?”. Sonra yanındaki zabıtanın omuzuna laubali bir şekilde vurarak yüksek sesle bir kahkaha patlattı.

“Rezil olduk” diye geçirdi içinden Rüstem “Alemin madarası olduk resmen. Orospu karı. Her hafta tek gelir. Türlü işveler, nazlarla malın en iyisini hem de herkesten ucuza götürür, bu hafta nereden çıktıysa bir herifle gelmiş. Madem evli kadınsın ne diye iş atıp duruyorsun. Kapısına kadar da taşıtıyor bir de. Biz ne zaman eve buyur edecek diye düşlerken kafayı kırdırdık. Millete madara olmamız da cabası. Hay ben ağzıma sıçayım, düşük çeneme… Sağda solda ballandıra ballandıra anlattık, şimdi rezil rüsva olduk.”

Durdu ve başındaki şişliği tekrar kontrol etti. “Yine de ucuz atlattık. Bu herif beni değil evde, kapıda yakalasa pestile çevirirdi”.

O sırada kapısından içeri girdiği eczanedeki çırağa bir göz kırptı. Uyuşturucu ticareti yapar gibi elinin ucuyla aldığı mavi hapları cebine attı.

Yakışıksız

Kıvanç, karşımda öylece durmuş bana bakıyordu. Sol gözünün altında beş santim uzunluğunda bir yarıktan çenesine doğru kanlar akıyordu. Her zamanki pis sırıtışı vardı yüzünde.  Sonunda bu pisliğin karizmasının içine etmiştim.

Kabul ediyorum. İlk başlarda çok havalıydı. İstiklal Caddesi gibi kalabalık yerlerde yürümeye bayılırdım. Bir çok insan beni yolumdan çevirip fotoğraf çektirirdi. Hatta bazen bu kişiler arasında ünlüler bile olurdu. Tabi benden, yani Kıvanç’tan daha az ünlüler. Ben de ilk başlarda Kıvanç olmak için çok çaba sarf ettim. Saçlarıma çok iyi bakıyor, Mavi’den giyiniyordum. Bunun karşılığını da alıyordum. Epey bir kız düşürdüm bu sayede.

Ancak sonraları bu benzerlik çok can sıkıcı bir hal aldı. İnsanlar artık bana acıyarak bakıyor. Muhteşem bir sanat eserinin ucuz bir çakması gibiyim. Çok ünlü ve çok yakışıklı birine benzemek hiç de sandığım kadar güzel değil. Aksine üzerime konmuş bir lanet. Kendi benliğimi hiçe sayan bir maske var suratımda. Benim ne istediğim önemli değil, Kıvanç’ın ne istediği ne yaptığı önemli. Ona ne kadar benzediğim önemli. Başarım ona olan benzerliğimle ölçülüyor. O kaşına çizik mi attırdı, benden de aynısını bekliyorlar.

Şu an elimde kırmızı saplı bir falçata var. Sanırım en son lisede kullanmıştım. Kırıla kırıla iki parmak uzunluğunda kalmış. Böylesi daha iyi diye düşündüm. Ucuna baktım. Biraz pas tutmuş ama görevini yerine getirmeye hazır bir piyade er gibi dikiliyor karşımda. Falçataya bakarken tüm bu yaşadıklarım gözümün önünden geçmeye başladı. Kolay bir karar değil. İlk defa birine zarar vereceğim. Sonunda Kıvanç’ı bire birde yakaladım. Sakin bir şekilde sol gözünün altına, yanağının orta yerine falçatanın ucunu geçirdim ve aşağı doğru çapraz bir yol yaptım. Canım acımadı desem yalan olur. Ama içimde bir rahatlama belirdi.

O sırada içeri sevgilim girdi.

– Ayyy… Kadir ne yaptın yüzüne?

Aynadaki aksimi kontrol ettim, artık o lanet adama benzemiyordum.

Gel

– Gelmiyor musun canım? dedi.

Elini kapının kenarına dayamıştı. “Gel” der gibi bakıyordu. “Geliyorum” cevabını bekliyordu. Yalnız başına yatağa girmeyi sevmiyordu. “Sarılıp uyuyamayacaksam neden evlendim?” tezinin en güçlü savunucularındandı.

Yorgun gözlerimi okuduğum kağıt tomarından kaldırıp kapıya yöneltti. Sonra tekrar elimdeki kağıtlara… Kenarından parmaklarını yüzdürüp okuması gereken şeyleri kestirmeye çalıştı. Çok vardı. Sayamadı tam.

– Yok canım, sen yat.

Yüzü, küçük bir çocuğun eve eli boş gelen babasına tutunduğu tavır gibi bir hal aldı. Önce kafasını sonra tüm vücudunu istemsizce yatak odasına doğru döndürdü. Yatak odasının ışığıyla birlikte evdeki güzel şeyler de söndü.

Issız odadaki halini bir an çölde susuz kalan bir adama ve tepesinde dikilen güneşe benzetmişti. Bunu düşünürken tepesindeki masa lambasına dikmişti gözlerini. Eskiden de bu kadar parlak mıydı bu ışık? Lamba hafif hafif titremeye başladı. Camdan gecenin karanlığına göz gezdirdi. Kendisi gibi uyumamış birilerini görerek gecenin yalnızlığını paylaşmak istedi. Kimsecikler yoktu. Işıldayan pencereler olası bir hırsızı kandırmak için açık bırakılmış gibi ıssız ve hayatsızdı. Dışarıda esen rüzgar sokakta ayakta kalan bir kaç çam ağacını sarsıyordu. “Bu yeni pencereler” diye geçirdi içinden “dışarıdaki hayattan bi haber ediyor insanı.” Ne yağmur sesi geliyor, ne rüzgar ne de çoluk çocuk cıvıltısı. Her daim de cam açılmıyor ki.

Kafasını cama iyice yaklaştırdı ve rüzgarın ıslığını hissetmeye çalıştı. Faydasız. Kalkıp su içme bahanesiyle mutfağa gitti. Bir bardak suyu alıp balkona çıktı. Mevsim güz, aylardan Kasım’dı. Balkon sezonu çoktan kapanmıştı. Yazın bi heves dikilen, güz gelince ise kaderlerine terk edilen, boynunu bükmüş çiçeklere baktı. Bardakta kalan suyu onlar arasında kardeş payı yaptı.

Belki bi faydası olurdu. Biraz rüzgar ve beraberinde gelen küçük bir ürperme… Derken ne olduysa karşı binadaki 3-4 pencere bir anda karanlığa büründü. Elektrikler gitmişti. İçini bir bahaneye sığınmanın verdiği mutluluk ve huzur kapladı.

– Geldin mi canım?

Sarıldı.

– Evet canım, sabah erken kalkar çalışırım.

Kalkamadı.

Babamın Paylaşılamayan Şiirleri

Hemen söyleyeyim. Bir babanın şiirlerinin, tıpkı geride bıraktığı mal mülk gibi, çocukları tarafından paylaşılamaması değil bahsettiğim.

Benim babamın şiirleri hiç paylaşılamadı. Hiç sosyal medya yüzü görmedi o şiirler. Kimsenin Facebook duvarında ışıldamadı, ya da kimse tarafından “Retweet”lenmedi. Seveni çoktu ama kimse onu fenomen yapmadı, hiç kimse hiç bir şiirini yıldızla gösterilen favorilerine eklemedi. Benim babamın şiirleri hiç paylaşılamadı.

Yaşamadan paylaşılan anların hükmettiği bu çağa, paylaşılmak için yazılmayan ve belki onlarcası hiç kimseyle hiç bir zaman paylaşılamayan, yazılmayan şiirleriyle yetişemedi o adam. Yetişse de bir bloğu olur muydu bilmem. Yetişemedi mi, yoksa o çağ gelince “Buranın havası bozuldu, ben kaçar aga” der gibi mi gitti bilmem.

O bir gerçek yazardı. Çünkü hiç bir zaman okunmak için yazmazdı. “İşte gerçek bir yazarın sahip olması gereken tek şey bu” dedim bugün kendi kendime. Okunmak için değil yazmak için yazmak. Bu sayede “haliyle” okunmak. Sipariş üzere şiir yazmışlığı vardır ama o da istisna. Tarkan’ın Sibel Can için şarkı yazması gibi değil bahsettiğim. “Hacı abi bizim hoca için de bir şiir söylesen” dediklerinde ilham gelirse o anda, gelmezse haftaya bir şiir çakardı. Kim bilir söylenen ama yazılmayan kaç şiir karıştı gitti nefes aldığımız havaya. Ama biz onu herhangi bir oksijen gibi tüketmeye devam ettik. Ciğerlerimizde bir yerlere dokundu belki ama aklımız yetmedi, kalbimiz hissetmedi. O anın hoşluğunda, bir gülümsemenin resmedildiği dudaklarda eridi gitti.

Babam hiç bilgisayar yüzü görmedi. Görmedi dediysek uzaktan gördü elbet ama klavyeye basmışlığı yoktu. MP3 çaları ona tarif ederken “Bak baba, bunun içine nerdeyse 300-400 tane şarkı sığıyor” dediğimde tepkisi, “Vay pezevenkler vay, nası yapıyorlar yav!” oldu. “Baba bak bu bilgisayar. Bilgi saymak dışında her boka yarıyor. Hele sosyal medya dedikleri bir şey var, insanların burada yüzlerce, yılda bir kere bile görmediği arkadaşı var. Herkes bir şeyleri paylaşıp takipçi artırmak için yarışıyor. Kimisi öyle ki paylaşmaktan hayatı kaçırıyor.” desem ne derdi bilmem.

O bizim gibi “Word” dosyalarına yazmadı aklındakileri. Sınırları yoktu. Her yeri defter gibi kullanırdı. Bir telefon rehberinin arkasını, bir gazete kağıdın kenarlarını, bir hesap kitap defterinin fihrist olarak ayrılmış yapraklarını, halı dokurken kullanılan örnek çizimlerin yer aldığı kağıtların kenarlarını (halıcı olduğu zamanlarda), çekirdek konan kese kağıtlarının üstünü (bakkal olduğu zamanlarda), sigara paketlerinin üstünü (sigara içtiği zamanlarda)…

Oysa kağıda yazmak ne güzelmiş. Tarihe bir iz düşme yetenekleri, dört yıl sonra bile bir yerlerden karşına çıkma ihtimalleri… Bir hata yapıp üstünü çizdin mi kağıtta, aynı şeyi daha farklı nasıl söylemeye çalışmışsın görünür. Kağıda yazmak güzeldir bu yüzden. Hataların görünür.

Benim babam hiç okul yüzü görmedi. Görmedi dediysek uzaktan elbet görmüştür, hatta abisi okula bile gitmiştir. Ama o, okuma yazmayı abisinden öğrenen, hiç okula gitmeyen bir şairdi. “Ne zaman şiir okumaya başladın” diye sorulduğunda henüz 10 yaşında bile olmadığını söyleyince şaşırıp kalırsınız, oğlu olsanız bile. Bir gece gördüğü bir rüyada, 500 yılda çıkılan bir dağda, bir yanına İsa’yı bir yanına Mehdi’yi alarak başlamış şiir yazmaya.

Yazma yeteneğinden bana bir zerre bahşeden babamın şiirleri hiç paylaşılamadı. Şimdiye kadar:

YOKSUL HASTA

Yorgunluk, halsizlik var vücudumda,
Gidip bir doktora ettim müracaat,
İnceleme yaptı her durumumda,
“Gayet vitamin al, üç ay istirahat.”

“Yazdığım iğneler gayet değerli,
Her gün iki kere vakti ayarlı,
Ver elliyi çık dışarı, zavallı,
Bak haline, olmuşsun bir iskelet.”

Bir reçete yazdı, koskoca ferman,
Vardım eczacıya, çıraklar kirman,
Yığıldı ilaçlar oldu bir harman,
Aman Allah bu ne büyük mazuret.

Biri hesap etti, biri topladı,
Bir göz attım iki yüzü atladı,
Eyvah bizim cepte atom patladı,
Tamir edek derken, ettik hasarat.

Verdim iki yüzü, birde küsuru,
Yok imiş dünyada derdin kısırı,
Doktor çıramı yaktı, eczacı hasırı,
Kaldı yüz yetmiş beş, aldık bir bilet.

Girdim dış kapıdan, çocuklar koştu,
Hele küçük yavru, yaramı deşti,
Cebim ilaç dolu, ellerim boştu,
Karı iki karış salladı surat.

Yığıldım köşeye, pabuçlarımla,
Yedim damaklarımı, hep dişlerimle,
Tam veda zamanı, gardaşlarımla,
Çağırın hocayı, versin esselat.

Hayal Bile Kurdurmuyorlar İnsana

Hayal bile kurdurmuyorlar insana. Her taraftan hücum ediyorlar. Hayal bile kuramıyor artık insan. Gerçeği illa ki tırtıklıyor ucundan köşesinden. Bi de gerçeği gözüne gözüne sokuyorlar insanın. Hayal kırıklığı yaşamamak için hayal kurmuyor insan. Hayal kurmak için ne gerekiyorsa hepsinden uzağa, kalabalığa ve bilgi kirliliğinin içine içine koşuyor.

O Adam Aslında Ölü

Sinemadayım. Film öncesindeki reklamları izlemeyi çok severim. Eskiden alkol reklamları olurdu ne güzel. Kaliteli, kafa yorulmuş, etkileyici reklamlar yapıyordu köftehorlar. Yasakladılar şimdi, iyi oldu. İzleyip izleyip özeniyor, çıkışta içmeye gidiyordum. Zil zurna, küfede dönüyordum eve. Az önce izlediğim reklamlarda aynı tat yok. Televizyonda da gördüğün reklamı sinemada görmek işin havasını bozuyor sanırım. Bir de fragmanlar oluyor. Fragmanlar… Hayal katilleri… Hani bir komedi filmine aitse, hemen hemen tüm komik sahnelerin 35 saniyeye sıkıştırılmaya çalışıldığı manipülatörler. Az önce izlediğim fragmandan sonra fragman izlememe kararı almış olmanın dayanılmaz prensiplilik hissi içindeyim. Bilirsiniz. Prensip sahibi olmak da bir saygınlık kaynağıdır ve bunun için prensip sahibi olanlar da yok değildir. Yaklaşık 30 saniye içine filmin iki zaman diliminde geçtiğinin mesajını veren ve tüm hikayenin seyrini aktarma talihsizliğine sahip fragman sayesinde hatanın nerede olduğunu anlıyorum.

Sıradaki Parça Zaten Sırada

Radyoda bir şarkı çalmaya başlıyor. Erkin Koray, bir “Sevince” şarkısı patlatıyor. Normal zamanda istediğim her an dinleyebileceğim bu şarkının radyo dalgaları arasından zamansızca çıkışı, tüylerimi diken diken yapıyor. Uzun zamandır hiç bir şarkı bunu becerememişti. Şarkıyı sevdiğime gönderiyorum. “Bu senin için diyorum.”. Frekansı söylüyorum. Winamplı yılları yaşamış biri olarak binlerce şarkının bilgisayar ekranında bir listede hazır bekliyor olmasının pek de matah bir şey olmadığını fark ediyorum. Hatanın nerede olduğunu anlıyorum.

Dünya kadar para verip gittiğin Metallica konserinde sıradaki şarkının ne olduğunu biliyorsun. Hem de bu bir lütuf gibi sunuluyor. Ne saçma? Ne aptalca? Ne “fast food” ca. Metallica by Request adı altında duyurulan bu etkinlik yönteminin bir saçmalıktan ibaret olduğunun kimse neden farkında değil? Ne çalacağını ve hangi sırayla çalacağını insanlara söylemek, hatta insanların bunu belirlemesini sağlamak (!) kadar bir dinleyiciye yapılabilecek kötülük var mı bilmiyorum. Bir konser benzersiz bir deneyim değilse nedir? Gelecekteki bir mutluluğu satın almak için elinde telefon, aynısından yüzlerce olduğunu bile bile, performansı kaydeden kişi şimdiki mutluluğunu harcadığını bilmiyor.

Görülmesi Gereken Yerleri Zaten Gördük

Paris’e neden gideyim? Eyfel Kulesi’ni neden göreyim? Daha önce belki yüzlerce kez ve her açıdan gördüğüm o görsel manzarayı tekrar görmek bana ne verecek. Gidip önünde fotoğraf çektirmek ve “Ben buradaydım” demek için biraz pahalı bir zevk bu. Tırtıklıyoruz deneyimi ucundan kıyısından. Görmemiz gereken yerleri öncenden görmek istiyoruz. En azından kısmen. Peki neden? Hayal kırıklığı yaşamamak için mi? Peki bu yaşadığımız şeyin adı ne? Bir yerde bir yanlışlık var ama ne? Sanırım biliyorum.

Bir arkadaşınla olmadık bir yerde karşılaşmanın verdiği zevki tarif edebilir misin bana? Ya da hiç ummadığın bir anda eski bir dosttan ne zaman haber aldın? Ya da en son ne zaman radyoda çıkan bir şarkıyla tüylerin diken diken oldu? Ya da en son nereye gittin de gördüğün manzara karşısında şaşkınlıktan ağzın açık kaldı?

Mutluluk, bahş edilen değil uğruna çalışılıp kazanılan bir şey olduğu günden beri bir görev haline geldi. Mutlu olma görevini layıkıyla yerine getirmek için elimizde listelerle yaşıyoruz hayatı.

Adı ve yönetmeni dışında hakkında hiç bir şey bilmediğim bir filmi izliyorum. Ne kadar kötü bir film. En son ne zaman bu kadar kötü bir film izledim hatırlamıyorum. Yo yo… hatırlıyorum. “Meksika Katliamı” isimli bir filmdi. Nevalle gitmiştik, üniversitedeydik. Belki 6 sene oldu. Sonra adı ve yönetmeni dışında hiç bir şey bilmediğim bir başka film izliyorum. Ne mükemmel film. En son ne zaman bu kadar iyi bir film izledim hatırlamıyorum. IMDB gibi lanetler hayatımıza girdiğinden beri çok kötü filmler izleyemiyoruz, hayal kırıklıkları yaşayamıyoruz. Öte yandan tırtıkladığımız hayaller ve beklentilerin oluşturduğu ön yargılar hiç bir filme hayran olmamaya neden oluyor. Farkında değiliz. Aynı şey gezip gördüğümüz yerler için de geçerli. Fotoğraflarını görerek ve pek çok deneyimi önden tırtıklayarak aslolanın böğrüne nacak vuruyoruz farkında değiliz.

Formül basit. Bilgiyi al. Olabildiğince az al. Deneyimi vaktine havale et, kısmen de olsa yaşamaya çalışma. Deneyimin heyecanını öldüren tüm kişi ve araçları da gözden uzak tut. O kadar.